Papa’nın İznik Ziyaretinin Perde Arkası

Papa 14. Leo, ilk yurtdışı gezisinin Türkiye durağını 27 Kasım’da Ankara’da başlattı. Bu gezinin bin 700 yıl öncesine dayanan tarihi nitelikli önemi var. Hristiyanlık tarihinin en önemli kırılma anı: İznik Konsili. 325 yılında, Roma İmparatoru Konstantin’in topladığı bu konsil, Hristiyanlığın günümüz itikadının ve de teslis inancının kabulünde son derece etkili oldu.

İznik Konsili’nde neler yaşandı? Tüm piskoposlar aynı fikirde miydi? Şimdi Papa’nın Türkiye gezisinin ve İznik Konsili’nin perde arkasını birlikte aralayalım.

Papa’nın Türkiye ziyareti Ankara’da başladı. Programın odağında, resmi temaslar ve dinler arası görüşmelerin yanı sıra, güncel çatışmalara ilişkin “barış” vurgusu yer aldı. 

Ankara’da Papa 14. Leo’nun ilk gün temasları, diplomatik protokol ile sembolik ziyaretleri birlikte içeren bir akış izledi. Papa, 27 Kasım’da Anıtkabir’i ziyaret etti; ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde görüştü. Aynı gün Diyanet İşleri Başkanlığı’na geçerek Diyanet İşleri Başkanı ile bir araya geldi; ayrıca Türkiye’deki Yahudi toplumu ve Hahambaşı ile görüşme programı da yer aldı. 

Anıtkabir ziyaretine ilişkin haberlerde, Papa’nın Anıtkabir Özel Defteri’ne Türkiye’nin tarihsel mirası ve barış mesajına atıf yapan ifadeler yazdığı belirtildi. 

Peki Papa'nın Türkiye ziyaretinin ve İznik'teki ayinin gerçek anlamı neydi?

Bu soruya yanıt ararken ilk ilke şu olmalı: Bu geziyi ne “tarihi kırılma” diye büyütmek, ne de “sıradan protokol” deyip küçültmek. Ankara’daki ilk gün, zaten iki hattı aynı anda gösterdi. Bir yanda devletlerarası diplomasi; diğer yanda dinî temsilin, farklı inanç topluluklarıyla temas üzerinden kurduğu bir yumuşak güç dili. Papa’nın Ankara’da yaptığı konuşmada “barış” vurgusu da bu çerçevede okunabilir: Güncel çatışmaları tek tek sıralamadan, önceki Papa Francis’in “parça parça üçüncü dünya savaşı” ifadesine atıf yaparak, genel bir barış çağrısı kurdu; Türkiye’ye dair cümlelerinde de ülkenin istikrar ve yakınlaşma açısından bir rol oynayabileceğini söyledi. 

Ankara’dan sonra ziyaretin ikinci durağı İstanbul oldu. İstanbul’un seçilmesi, sadece “büyük şehir” ya da “sembol mekân” olmasından kaynaklanmıyor; Hristiyan dünyasının iki büyük geleneği olan Katolik ve Ortodoks çizgilerinin, yüzyıllardır ayrışan ama son on yıllarda diyalog kanallarını diri tutmaya çalıştığı bir merkez olmasıyla ilgili. Vatikan’ın program notlarında da ziyaretin ana eksenlerinden birinin “ekümenik boyut” olduğuna özellikle işaret ediliyor.

Bu noktada İznik sahnesine geçmeden önce, İstanbul’un neyi temsil ettiğini netleştirmek gerekiyor. 1054’teki ayrılık bir tarih cümlesi olarak sıkça kullanılıyor; ama bu ayrılık, aslında karşılıklı yetki alanı tartışmalarını, doktrin farklarını ve siyasal düzen değişimlerini içeren uzun bir süreç. Bugün bu ayrılığın “tamir”i, bir anda olacak bir birleşme değil; daha çok, karşılıklı tanıma ve ortak mirasın altını çizme üzerinden yürüyen yavaş bir diplomasi. İstanbul’da Patrikhane ile görüşmelerin bu kadar görünür olması bu yüzden şaşırtıcı değil: Bu, hem Hristiyan içi diyalog açısından bir mesaj, hem de Türkiye’deki çok katmanlı dinî-toplumsal tarihe dair bir temas biçimi.

Ziyaretin üçüncü durağı ise, bütün programın “kavşak” noktası olarak görülen İznik. Çünkü burada yapılan şey, sadece bir şehir ziyareti değil: MS 325’te toplanan Birinci İznik Konsili’nin 1700. yılına dönük bir anma çerçevesi kuruluyor. Vatikan anlatısında bu konsil, farklı Hristiyan geleneklerinin “ortak temel” diye andığı metinlerden biri olan İznik İnanç Bildirgesi’yle ilişkilendiriliyor; dolayısıyla anmanın merkezinde, tarihî bir toplantının hatırlanması kadar, o toplantının günümüzdeki dinsel kimliklere nasıl bağlandığı da var.

Şimdi burada bir parantez açıp 1700 yıl geriye gidelim; çünkü İznik’i anlamanın yolu, teknik bir teoloji tartışması gibi görünen meselenin aslında imparatorluk düzeniyle, siyasetle, toplumsal birlik arayışıyla nasıl iç içe geçtiğini görmekten geçiyor.

MS 325’te Roma İmparatorluğu’nun doğusundaki İznik’te (Eski adı Nicaea), İmparator Konstantin’in çağrısıyla piskoposlar bir araya geldi. Arka planda iki ihtiyaç vardı: Birincisi, Hristiyanlığın imparatorluk içinde serbestleşmesiyle birlikte büyüyen ve çeşitlenen inanç yorumlarının ortak bir çerçeveye kavuşması. İkincisi, bu yorum farklarının toplumsal düzeni de etkileyen gerilimlere dönüşmesi. Konstantin’in dert ettiği şey, yalnızca “dinî doğruyu bulmak” değil; aynı zamanda imparatorluğun birliğini, en azından bu tartışmanın yarattığı fay hatları üzerinden sarsılmayacak şekilde korumaktı.

medya26

Tartışmanın düğüm noktası Hz. İsa’nın Tanrı ile ilişkisinin nasıl kavranacağıydı. Burada öne çıkan isim Arius. Arius’un çizgisi, en basit haliyle, Tanrı’nın mutlak birliğini ve üstünlüğünü koruma kaygısından besleniyordu. Arius’a göre “Baba Tanrı” ezelî ve mutlak olandı; “Oğul” (Hz. İsa) ise “Baba” ile aynı düzlemde, aynı “ezeliyet” içinde düşünülmemeliydi. Bu yaklaşım, Tanrı’nın birliğini savunurken Hz. İsa’nın statüsünü aşağı çeken bir sonuç üretiyor ve “Oğul’un olmadığı bir zaman vardı” şeklinde özetlenen bir iddiaya bağlanıyordu: Yani “Oğul”un bir başlangıcı vardı; bu da “Oğul”un “Baba” ile aynı özden ve aynı ebediyetten olamayacağı anlamına geliyordu.

Bu noktada Arius’un tarafı, bazı kutsal metin pasajlarına dayanarak kendi okumasını güçlendirmeye çalıştı. “Baba benden üstündür” gibi ifadeler, “ilk doğan” gibi kavramlar, metni harfî okuma ile teolojik bir hiyerarşiye dönüştürüldü. Ancak karşı tarafın itirazı da aynı ölçüde netti: Hristiyanlıktaki diğer akımların kurtuluş öğretisi, Mesih’in sadece seçkin bir yaratılmış değil, Tanrı’nın insan olmuş hali olarak kabulüne dayanıyordu. Eğer İsa Tanrı değilse, ona yönelen ibadet pratiği ne anlama gelecekti? Kurtarıcılık iddiası nasıl kurulacaktı? Bu yüzden Arius meselesi “bir yorum farkı” olmaktan çıkıp “imanın temeli” tartışmasına dönüştü.

Konsildeki mücadele, burada teknik görünen ama çok belirleyici bir kelimede düğümlendi: homoousios. “Aynı özden” demekti. “Oğul”un “Baba” ile aynı özü paylaştığını söylemek, Ariusçu yorumu dışarıda bırakan keskin bir çizgi çekiyordu. Bunun alternatifi olan “benzer öz” gibi ifadeler ise uzlaşmacı görünse de, Ariusçu kapıyı aralık bırakabildiği için ana akım kanatta yeterli görülmüyordu. Sonuçta İznik İnanç Bildirgesi, Hz. İsa’nın “doğurulmuş, yaratılmamış” olduğunu ve “Baba” ile “aynı özden” bulunduğunu vurgulayan bir formülle şekillendi; buna ek olarak Ariusçu sloganları hedef alan açık reddiyeler de metne bağlandı.

Burada iki şey aynı anda oldu. Birincisi, doktriner sınır çizildi: Hristiyanlığın merkezî öğretisi, tek bir metin üzerinden standardize edildi. İkincisi, devlet-kilise ilişkisi için bir model fiilen kurulmuş oldu: İmparator, teoloji tartışmasının hakemi gibi davranabildi; konsilin toplanması, kararın duyurulması, sürgün ve yaptırımlar, siyasal otorite üzerinden yürüdü. Bu modelin sonraki yüzyıllarda “Sezaropapizm” tartışmalarıyla anılacak bir geleneği beslediğini söylemek mümkün: Dinî disiplinin, devlet gücüyle düzenlenmesi.

İznik kararı, kağıt üzerinde “birlik” getirdi ama tartışmayı bitirmedi. Ariusçuluk hemen yok olmadı; farklı imparatorların farklı piskoposları desteklediği dönemler yaşandı; Athanasios gibi İznik çizgisinin simge isimleri sürgünler gördü. Nihai doktriner çerçeve, 381’de İstanbul’da toplanan konsille genişletildi; özellikle Kutsal Ruh’un statüsü netleştirilerek bugün birçok kilisede okunan “İznik-İstanbul İnanç Bildirgesi”nin nihai formu ortaya çıktı. Böylece İznik, hem bir başlangıç metni hem de sonraki tartışmaların referans noktası haline geldi.

Bütün bunlar neden 2025’te İznik’te yeniden gündeme geliyor? Çünkü modern diplomasi ile dinî semboller çoğu zaman aynı sahnede buluşuyor. Papa’nın Türkiye’ye ilk yurtdışı ziyaretini yapması, Ankara’da devlet protokolüyle başlaması, ardından İstanbul’da dinî diyalog başlığının öne çıkması ve İznik’te bin 700 yıllık bir konsilin anılması, başlı başına “kronolojik bir anlatı” kuruyor: Önce devlet, sonra toplumlar ve inançlar, en son da tarihî hafıza.

Bu hafızanın bir başka katmanı da, 1054 ayrılığının teolojik başlıklarından biri olarak anılan Filioque meselesi. Batı kilisesinin “Kutsal Ruh Baba ve Oğul’dan çıkar” ifadesini metne eklemesi, Doğu kilisesinin ise bunu izinsiz ve metne aykırı görmesi, asırlar boyu süren tartışmalardan biri. Bugün taraflar bu tür başlıklarda tam mutabakat üretmiyor; daha çok, ayrılıkların üzerine “ortak metin” ve “ortak kök” vurgusu koyarak bir yakınlaşma zemini arıyor. İznik anması, tam da bu nedenle pratik: Herkesin sahiplenebildiği bir başlangıç ânına işaret ediyor.

İznik’te “İsa Tanrı değildir” vurgusuyla nedeniyle sapkın ilan edilen Arius’un asıl iddiası, birliği korumak adına “Oğul”u yaratılmış kabul etmekti. Konsilin asıl itirazı da tam burada yoğunlaştı: “Oğul”un yaratılmış sayılması, Hz. İsa’nın “Tanrılığını” zedeliyor, dolayısıyla kurtuluş öğretisini ve ibadet pratiğini temelden sarsıyordu. Bu yüzden Arius, konsil kararında sapkınlıkla anıldı; eserleri yasaklandı; sürgün kararı çıktı.

Aziz Nikolaos’un Arius’a tokat attığı iddiası ise, tarihçiler tarafından genellikle sonradan üretilmiş bir efsane olarak değerlendirilir. Yine de bu tür anlatıların dolaşımda olması, tartışmanın hararetini göstermesi açısından önemli: Bir yanda teknik bir kelime kavgası gibi görünen “aynı öz” meselesi; diğer yanda imparatorluk düzeni, toplumsal birlik ve dini kimliğin sınırları.

Bugün Türkiye ayağından bakıldığında, bu ziyaretin birden fazla anlam alanı var ve bunlar birbirini tamamen dışlamıyor. Diplomatik açıdan; Ankara’da yürütülen temaslar, Türkiye’nin hem bölgesel hem küresel dosyalarında Vatikan’ın genel barış söylemiyle kurduğu bir temas zemini oluşturuyor. Dini diplomasi açısından; Diyanet ve Yahudi cemaatiyle görüşmeler, farklı inanç topluluklarıyla aynı çerçevede temas kurulabildiğini gösteren bir protokol dili üretiyor. Ekümenikliğe dair tartışmalar açısından ise, İstanbul ve İznik hattı, Katolik-Ortodoks diyaloğunda ortak kaynaklara dönüş üzerinden ilerleyen bir mesaj taşıyor. 

O yüzden “gerçek anlam” sorusunun tek cevabı yok. Bu, bir diplomatik ziyaret; evet. Bu, dinî bir semboller zinciri; evet. Bu, tarihle bugün arasında kurulan bir hatırlatma; evet. Ama aynı zamanda, farklı aktörlerin farklı hedeflerle aynı takvimi kullanabildiği bir örnek. Türkiye açısından bu tür ziyaretler, uluslararası görünürlük ve çok taraflı diplomasi diline katkı sağlar. Vatikan açısından, ilk yurtdışı ziyaretinin güçlü sembol şehirlerle örülmesi, Papa’nın gündemini ve kimliğini tanımlayan bir başlangıç işlevi görür. Ortodoks dünyası açısından da İznik gibi ortak miras noktalarının işaretlenmesi, diyalog dilini besleyen bir çerçeve sunar.

Ziyaretin Ankara’dan İznik’e uzanan çizgisi, bir bakıma şunu söylüyor: Güncel siyaset, dinî temsil ve tarihî hafıza, birbirinden ayrı kutular değil. Aynı günün haberinde protokol fotoğrafı da var, barış çağrısı da var, bin 700 yıl önceki bir kelimenin (homoousios) bugüne uzanan etkisi de var. Bu üçü bir araya geldiğinde, ortaya dikkatle izlenmesi ve soğukkanlılıkla okunması gereken bir diplomasi-hafıza ilişkisi çıkıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=udpqnqkwsdY
Benzer Videolar